Her türlü sihir, büyü, nazar ve benzeri zararlardan selâmette olmak için tavsiye edilen duâ ve sûreler…
İnsanoğlu, tarih boyunca gerek hastalıklarına şifâ bulmak, gerekse geleceği ile ilgili bilinmezliklerine çareler bulmak üzere, çeşitli yollar aramıştır. Bunun için akıl almaz metotlarla muhtelif madde ve görünmez varlıklardan destek almaya çalışmış, bazen de hâdise ve kişilere farklı mânâlar yükleyerek onları istedikleri şekilde yorumlamayı tercih etmiştir. Hattâ zaman içinde bunu “meslek” edinenler çıkmış, insanların saf ve mâsum duyguları istismar edilerek merak, hırs ve benzeri beşerî zaaflar, büyük bir sektörün önünü açmıştır.
Büyü (sihir), kâhinlik, uğursuzluk ve nazar; her biri farklı özelliklerde olsa da insanlığın ilk devirlerinden itibaren var olagelmiştir. Hattâ tarihte bazı dinlerde din adamlarının kâhinlik yaptığı rivayet edilmektedir. Özellikle M.Ö. 4000 yıllarında Mısır’da, Çin’de, Bâbil’de ve Mezopotamya’da falcılık, kâhinlik yapıldığı belgelerle açıklanmıştır. Geleceği bilmeye yönelik teknikler, daha çok Akkad’lar döneminde gelişmiş, daha sonra bütün Asya ve Akdeniz bölgelerine yayılmıştır. Falcılık ise, Türklerin Müslüman olmadan önceki Şamanizm dininde ve özel günlerinde görülmüştür. Suya ve aynaya bakma, kurşun dökme, köz tütsüsü, kürek kemiği, kahve ve bakla falları, Türklerde en yaygın olan fal çeşitleridir.
Büyücülük, Yahudiliğin tarihi kadar eskiye dayansa da, daha çok hıristiyan mistisizmiyle birlikte gelişmiş, Ortaçağ sonlarında artarak sistemleşmiştir. Kilise, buna büyük bir savaş açmış, bildiriler yayınlamış olsa da halk tepki göstermiş ve büyüyle uğraşmayı bırakmamıştır.
Büyünün geçmişinde Mısır’da yaygın olarak kullanılmasını da zikretmek gerekir. Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile Firavun’un sihirbazları arasında yapılan bir yarışmayı haber verir. Firavun, Hazret-i Mûsâ’nın mûcizeleriyle boy ölçüşmek üzere, sihirbazlara pek çok mükâfat vaad etmiş ve onlarla Hazret-i Mûsâ’yı halkın önünde yarıştırmak istemiştir. Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“Ve sihirbazlar gelip Firavun’a dediler ki:
«-Şayet biz kazanacak olursak her hâlde bize bir ödül verilir?» Firavun:
«-Kesinlikle!» dedi. «Üstelik siz (protokolde) maiyyetimiz arasındaki yerinizi de alacaksınız.» (Sihirbazlar dönüp:)
«-Ey Mûsâ!» dediler. «Önce sen mi atacaksın (asânı), yoksa biz atalım mı?»
(Mûsâ): «Siz atın.» dedi. Ve onlar attıkları anda, halkın gözünü büyüyle boyadılar ve onlara korku saldılar.” (el-A’râf, 113-116)
BÜYÜDEN (SİHİR) KORUNMAK
Büyüyü, Ahmed bin Mustafa Taşköprülüzâde, “Miftahü’s-Saâdeh” adlı eserinde şu şekilde tarif eder:
“Büyü, kâinattaki münâsebetleri, yıldızların pozisyonlarını ve bunların dünyevî hâdiselerle alâkasını husûsî bir bakış açısıyla inceleyen ve bunların kaynağı olan sebepleri araştıran ve ortaya çıkaran bir ilimdir.”
Eskiden medreselerde, havas ilmi içerisinde bu ve benzeri konular okutulmuş, ama sözün sonunda, “Gaybı yalnızca Allah bilir.” denilerek mesele kapatılmıştır.
Buna rağmen bazı insanlar, görünmeyen varlıkların özelliklerinden -iyi veya ard niyetli olarak- destek almışlar, yorumlarda bulunmuşlardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kim düğüm yapar, sonra ona üflerse, sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa, şirk koşmuş olur. Kim de (kendisini koruması için nazarlık ve benzeri) bir şey takarsa, o taktığı şeyin korumasına havâle edilir.” buyurmuştur. (Nesâî, Muhârabe, 19)
Cinci ve büyücülerin söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bazen doğru çıksa dahî, Allah’tan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olduğu için şirktir. Büyü öğrenmek de, öğretmek de bu sebeple haram kılınmıştır. Hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir.” buyurmuştur. (Bezzâr)
Büyü yapmak, onlardan medet beklemek yanında; muhtelif taşlardan, objelerden yardım beklemek de doğru değildir. Cahiliye devrinde boyunlara fayda maksadıyla boncuklar, vahşî hayvanların tırnak ve kemiklerinden oluşan “muska”, “nazarlık” gibi kolyeler asılır, bunların insanı koruduğuna inanılırdı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kim sihir yapmak maksadıyla bir düğüm vurur, sonra da onu üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa, şirke düşer. Kim bir şey asarsa, o astığı şeye havâle edilir.” buyurur. (Nesâî, Tahrim, 19)
Yani, yardımı veya şifayı Allah’tan değil de o astığı şeyden bekleyen kimse, o taşa-boncuğa bırakılır. Onlar da kendisine bile faydası ve zararı olmayan eşyalar olduğu için, o insan ilâhî yardımdan da mahrum kalır.
Diğer hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Büyücüye inanan kimse, Cennete giremez.” (İ. Hibbân)
“Gâibden haber vermek maksadı ile yıldız ilmi ile uğraşan kimse, büyücü gibi günaha girer.” (İbn-i Mâce)
FAL ÇEŞİTLERİ VE FALDAN KORUNMAK
Fal, bazı âlet, vâsıta veya yöntemlerle tahminlerde bulunma, içinde bulunulan zamanla veya gelecekle ilgili yorumlar yapma işidir. Sihir ve büyüde mevcut durumu, iyi yahut kötü yönlendirme söz konusu iken falda şimdiki ve gelecekle ilgili tahmin ön plâna çıkmaktadır.
Yıldız falı, el falı, kuş falı, kâğıt falı, kahve falı, bazı hayvanların iç organlarına bakarak yapılan fallar bunlardan bazılarıdır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şeriflerinde, bunun son derece tehlikeli olduğunu bildirmiş ve:
“Her kim bir arrâfa veya kâhine gider de onun söylediklerini tasdik ederse, bana indirileni inkâr etmiş olur.” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, Müsned, II, 429)
Halk arasında, fal tam olarak kendisine inanılmadığı hâlde, eskilerden kalan bir eğlence olarak uygulanmaktadır. Özellikle hanımlar arasında kahve falı, bu nevidendir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şaka veya gerçek, eğlence veya realite ayırmadan:
“Fal baktıran, falcıya inanmasa bile, kırk gün namazı kabul olmaz.” buyurmaktadır. (Müslim, Selâm, 125)
O hâlde falın, falcılığın her türlüsünden sakınmak gerekir.
KAHİNDEN KORUNMAK
Kâhin ve medyum gibi isimlerle anılan kimseler, birtakım özel vasıtalarla, gök cisimlerinin hareketleriyle, kendilerine mâlum olmasıyla veya cinleri kullanarak gelecekten haber veren kimselerdir.
Bunlar; ateş, su, yağ gibi çeşitli maddelere bakarak karşısındaki kimseye gelecekle ilgili tahminlerde bulunur.
Birgivî Vasiyetnâmesi’nde:
“Bir kimse, «Ben çalınanları, kaybolanları bilirim!» dese, diyen de, buna inanan da kâfir olur. «Bana cin haber veriyor, onun için biliyorum.» derse, yine kâfir olur. Çünkü cin de gaybı bilmez. Gaybı yalnız Allah bilir.” demektedir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Fal bakmak, yazı ve çizgi ile gelecekten haber vermek, puta tapmak gibidir.” buyurmaktadır. (Ebû Dâvud)
Bir başka hadîs-i şerîfinde ise;
“İnsanı helâke sürükleyen şu yedi şeyden sakının!” buyurmuş ve bu maddeleri şöyle sıralamıştır:
“1-Allah’a şirk koşmak,
2- Sihir yani büyü yapmak,
3- Haksız yere can almak,
4- Faiz yemek,
5- Yetim malı yemek,
6- Cihadda savaştan kaçmak,
7- Evli ve nâmuslu bir kadına, «Zina etti!» diye iftira etmek.” (Buhârî, Vasâyâ, 23; Müslim, Îman, 145)
UĞURSUZLUKTAN KORUNMAK
Eskiden, Arabistan’da yolculuğa çıkarken, bir kuş uçurulur; kuş sağ tarafa uçarsa, uğurlu sayıp yola devam edilir, kuş sol tarafa uçarsa uğursuz sayılıp geri dönülürdü. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu yasaklayıp şöyle buyurmuştur:
“Kuşlara dokunmayın, yuvalarında kalsın! Müslümanlıkta uğursuzluk -bir şeyi kötüye yorumlamak- yoktur.” (Mâverdî, Mektubât-ı Rabbânî, 3, 41)
Başka bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulur:
“Hastalığın kendiliğinden bulaşması yoktur. Uğursuzluk da yoktur. Eğer bir şeyde uğursuzluk olacak olsaydı; evde, kadında ve atta olurdu.” (Buhârî, Cihad, 47; Nikâh, 17)
Allah Teâlâ, yaratmış olduğu hiçbir şeyi uğursuz olarak yaratmamıştır. İnsanları da, günleri de, ayları da… Bazı günler ve aylarda kötü hâdiseler vukû bulmuş, çok fazla canlar yanmıştır. İnsanlar, zamanla bunları hatırladıkça uğursuz addetmişler, onlar hakkında yorumlarda bulunmuşlardır. Safer ayı da böyle bir aydır. Dinimizde uğursuz gün veya ay yoktur. Mektubât-ı Rabbânî’de bildiriliyor ki:
“Günlerin uğursuzluğu, âlemlere rahmet olan Muhammed -aleyhisselâm-’ın gelmesi ile bitmiştir. Uğursuz günler, eski ümmetlerde vardı.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Günler, Allâh’ın günleridir, kullar da, Allâh’ın kullarıdır.” (Buhârî)
Bir başka hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurulur:
“Bir şeyi uğursuzluğa yorma, hayra yor! Sizden biriniz, hoşuna gitmeyen uğursuzluk zannettiği bir şey görünce, şöyle desin:
«-Yâ Rabbi! İyilikleri veren, kötülükleri defeden ancak Sensin. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.»” (Ebû Davud, Tıb, 25)
HURÂFELERE İNANMAMAK
Misyonerler, hurâfelerle Müslümanları oyalamak, meşgul edip îtikatlarını sarsmak için özellikle bazı totemler üretmişlerdir. Meselâ,“Bu duâyı yedi kişiye veya on üç kişiye gönderin, göndermezseniz başınıza şöyle bir belâ gelir. Gönderen, bir sürprizle karşılaşacaktır.”
Ağaçlara çaput bağlama, dilek tutma gibi, siftah olarak alınan parayı çeneye sürmek, güvercine kâğıt çektirmek, misafir giden evi üç gün süpürmemek, salı günü yola çıkmamak, sabunu elden ele vermemek, kötü bir şey söylendiği vakit eliyle bir yere tıklayarak:
“-Şeytan kulağına kurşun!” demek, cenâzede küreği birinin eline vermeyip yere atmak, lohusa kadının kırkı çıkıncaya kadar dışarı çıkmaması, bazen yanına süpürge dahî olsa bir şey konulması, kırkı çıkmamış iki çocuğu birbirinin yanına getirmemek gibi bâtıl inançlar…
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bir şeyi uğursuzluk sayan veya kendisi için uğursuzluk saydıran, kehânette bulunan veya kendisi için kehânette bulunduran, büyü yapan veya yaptıran bizden değildir…” buyurmuştur. (Tirmizî)
BÜYÜ, FAL, UĞURSUZLUK VE BUNLARIN ZARARLARINDAN KORUNMAK İÇİN
Allah Teâlâ, Bakara Sûresi’nde Allâh’ın “Kitâb”ı varken sihirbazların söylediklerine inanan ve tâbî olan İsrailoğulları’nı uyararak şöyle buyurmuştur:
“Ve onlar, şeytanların Süleyman’ın hükümranlığı hakkında uydurdukları sözlere tâbî oldular. Hâlbuki Süleyman, küfre gitmemişti. Fakat asıl o şeytanlar küfre girdiler. Halka sihri ve Bâbil’de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Oysa o ikisi:
«Biz sırf imtihan için gönderildik, sakın kâfir olma!» demedikçe hiç kimseye sihir öğretmezlerdi.
İşte bunlardan koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allâh’ın izni olmadıkça, onlar bununla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar kendilerine zarar getirip fayda vermeyen şeyler öğreniyorlardı. Büyüye müşteri olan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını pek iyi biliyorlardı. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötü! Keşke bunu anlasalardı!” (el-Bakara, 102)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hastalık veya sıkıntılar için falcı, kâhin, sihirbaz ve bunun gibi kimselere giderek onlara bir şey sormayı, onları tasdik etmeyi şiddetle yasaklamış ve bunu yapanları cehennem azâbıyla uyarmıştır. Hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“ Her kim bir falcı veya kâhine gider de ona bir şey sorar ve söylediklerini tasdik ederse, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.” (Ebû Dâvud, Tıb, 21; İbn-i Mâce, Tahâret, 122)
Bunun yanında asr-ı saâdette maddî-mânevî hastalıklar, tıbbî müdahaleden sonra “rukye” ile (Kur’ân okuyarak) tedavi edilmiştir.
SİHİR, BÜYÜ, NAZAR VB. ZARARLARDAN SELÂMETTE OLMAK İÇİN TAVSİYE EDİLEN DUA VE SURELER
Bizzat Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e de büyü yapılmış, O da rukye ile tedavi olmuştur. Yine ashâb-ı kirâm, hastalanan bazı kimselere “rukye” yapmıştır. Her türlü sihir, büyü, nazar ve benzeri zararlardan selâmette olmak için tavsiye edilen duâ ve sûreler şöyledir:
1- Farz namazların sonunda üçer defa İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunmalı, yatarken ise bu sûreler avuca okunup bütün vücut sıvazlanmalıdır.
2- Evde özellikle yatsı namazından sonra, Bakara Sûresi’nin son iki âyetini okumak. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Her kim geceleyin Bakara Sûresi’nin son iki âyetini (Âmenerrasûlü) okursa, o iki âyet, onu her türlü kötülükten korur.” buyurmuştur. (Buhârî, Meğâzî, 12)
3- Akşam eve girerken ve geceleyin yatağa yatarken ve farz namazlardan sonra Âyetü’l-Kürsî’yi okumak. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
“Her kim geceleyin Âyetü’l-Kürsî’yi okursa, Allah tarafından bir melek onu korur ve sabahlayıncaya kadar şeytan ona yaklaşamaz.” buyurmaktadır. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 142, 178)
4- Sabah namazından sonra, güne başlarken ve herhangi bir yerde konaklandığında:
“Yarattığı şeylerin şerrinden Allâh’ın noksansız kelimelerine sığınırım.” duâsını okumak. (Buhârî, Enbiyâ, 10; Ebû Dâvud, Sünnet, 20)
Peygamber Efendimiz, “Her kim bu duâyı okursa, ona hiçbir şey zarar veremez.” (Ebû Dâvud, 3898) buyurmaktadır.
5- Yine sabah namazından sonra, güne başlarken:
“Bismillâhillezî lâ yedurru mea’smihî şey’un fil ardi velâ fissemâ. Ve hüve’s-semîu’l-alîm: Yerde ve gökte, adıyla hiçbir şeyin zarar veremediği Allâh’ın adıyla. O her şeyi hakkıyla işiten ve bilendir.” duâsı okunur. (Ebû Dâvud, Edeb, 101/5088; Tirmizî, Deavât, 13)
6- Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sihir ve benzeri hastalıkları, “rukye” yoluyla tedavi ettiği duâlardan birisi de şudur:
“İnsanların Rabbi olan Allâh’ım! Hastalığı gider, şifâ ver. Çünkü ancak Sen şifâ verirsin. Öyle bir şifa ver ki, hiçbir hastalık kalmasın.” (Buhârî, Tıb, 38,40)
Peygamber Efendimiz, bu duâyı üç defa tekrar ederdi.
7- Yine rukyelerden birisi de Cebrâil -aleyhisselâm-’ın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rukye ile tedavi ederken, üzerine okuduğu duâdır. O duâ şudur:
“Allâh’ın adıyla… Sana eziyet veren her şeyden, her kötü nefisten ve her haset eden gözden, Senin üzerine okurum. Allah Sana şifâ versin. Allâh’ın adıyla Senin üzerine okurum.”
Peygamber Efendimiz bu duayı üç defa tekrar ederdi. (Müslim, Selâm, 40)
8-Bir başka şifâ duâsı ise Yûnus Sûresi’ndeki şu âyet-i kerîmelerdir:
“Firavun dedi ki: «Bilgili bütün sihirbazları bana getirin!» Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara, «Atacağınızı atın.» dedi. Onlar iplerini atınca, Mûsâ dedi ki: «Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onu boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların işlerini düzeltmez. Suçluların hoşuna gitmese de Allah sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır.»” (Yûnus, 79-82)
Gayret bizden, şifâ Allah’tandır.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.
Kaynak: Seher Küçük, Şebnem Dergisi, 148. Sayı
Bir yanıt bırakın